Özellikle kurumsal ortamlarda sıklıkla duyduğum, yapay bir davranışsal terimden bahsetmek istiyorum. “aşırı dürüstlük” !
“Ama sen de aşırı dürüst davranmışsın, hiç öyle söylenir mi ?!”,
“Aşırı dürüst olursan zorlanırsın…”,
“Her zaman aşırı dürüst olmak iyi değildir”…
Örnekler çoğalmaya müsait…
Her doğrunun her yerde söylenemeyeceğine de katılıyorum. Bununla birlikte aklımdaki soru şu: İnsan “aşırı dürüst” olabilir mi? Böyle bir kavram var mı? Yoksa “aşırı dürüstlük” kendisinin dürüst olduğunu düşünmek isteyen (fakat olmayan) ve arada sırada yaptığı küçük veya büyük üçkâğıtları kendi içinde aklamak için bir savunma mekanizması olarak başkalarının dürüstlüğünü abartıp “gereksiz” bir saflık olarak göstermekle eşdeğer mi?
Dürüstlük kavramının derecelere tabi olduğunu düşünmeyen birisi olarak ikinci seçeneğe gözüm kapalı evet diyebilirim. Bana sorarsanız bazı kavramların azı çoğu yoktur. Nezaket, Saygı, Doğruluk gibi… Dürüstlük de bunlardan birisi. Ya öyleyizdir ya değilizdir. Aslında bu kadar basit!
Internet ve sosyal medyanın bilgi kirliliği 2000’ler sonrasında insanlığı yeni bir travma ile baş başa bıraktı. “Post Truth” yani “Gerçeklik Sonrası”. Bu uzun ömürlü sahte gerçeklik fırtınası insanlığın dimağını her geçen gün biraz daha tehdit ediyor ve kirletiyor. Devasa bir veri yumağının içerisinde herkesin ve her kesimin, gerçekliği kendi algısı veya çıkarına göre yorumlayıp şekillendirdiği bir dönemdeyiz. Özellikle küresel ve yerel siyasetin yeni düsturu olan bu kavramın müdavimleri hemen her gün hepimizin ağzını açık bırakacak “yeni gerçekliklere” bizi salıveriyor. Böyle bir durumda dürüstlük kavramı derecelendirilerek insanların dimağına bir beceriymiş gibi yansıtılıyor. Oysa ki dürüstlük bir beceri değil, bir ilkedir.
Gerçeklerin ne olduğundan çok insanların neye inandığının daha önemli olduğu, kitlesel algıların teknoloji ve popüler laf ebeleri aracılığı ile değiştirildiği, “inanan” ve “destekçi” sayısının gerçekliğin ne olduğunu belirlediği toplam durumlara doğru yol alıyoruz. George Orwell’in “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder” sözü de sanki bugünleri anlatan bir kehanet.
George Orwell ve “Hayvan Çiftliği” hikâyesindeki “politikacı” benzetimi
Belki tarih boyunca durum benzerdi. Ancak bu kadar yaygın, açıktan ve cüretkâr bir şekilde gerçekleştiğini sanmıyorum. En azından 20. Yüzyıl ve gerisindeki dönemlerde gerçeklerin değiştirilmek yerine saklanarak insanlara herhangi bir bilginin kolayca sunulmadığını ve cahil bırakmanın güce sahip olanlar tarafından daha çok benimsenen bir yol olduğunu biliyoruz. Örneğin, Katolik Kilisesi’nin kutsal kitap İncil’i sadece “Latince” okunması gerektiği ile ilgili yüzlerce yıl süren yalanı bunlardan sadece birisi.
Gerçeklik sonrası dönemin kurucu babalarından birisinin Nazi Almanya’sının Propaganda Bakanı Joseph Goebbels olduğunu söyleyebiliriz. “Büyük Yalan” teorisinin mucidi olan Goebbels “Öyle büyük bir yalan söyle ki, herkes inansın” diyerek İnsanları kandırma sanatının kitabını yazmış bir erkin propaganda lideri olmayı sonuna kadar hak etmiştir. “Gerçeklik Sonrası” kavramı kitle iletişim araçları ve küresel web’in gelişmesi ile tüm insanlığın maruz kaldığı bir akıma dönüştü.
Joseph Goebbels
Tüm bu çıkarım ve önermelerden sonra “Aşırı dürüstlük” ifadesinin de bu dönemin doğal bir ürünü olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sosyal ortamlarda ve çalışma ortamlarında gerçekliğin esnetilmesinden ve değiştirilmesinden çıkarı olan kişilerin, bir hataymışçasına dürüst olmakta ısrar eden kişilere “aşırı dürüstlüğün” zararlarından dem vurması başka neyin göstergesi olabilir?
Aynı zihin yapısı, olması gerekenleri ve ulaşılması mümkün olan sonuçları “fazla ideal ve kitabi” olarak tanımlayarak “vasat gerçekliği” yaratıyor ve sonuçları normalleştirmeye çalışmayı da ihmal etmiyor. Bunu da pratik ve sonuç odaklı olmak ile bağdaştırıyor. Pareto hesapları ile çalışan ve çoğunlukla ortalama çabalarla büyük paralar kazanma peşinde olan kişi ve kurumlara sıkça rastlıyorum. Bu manipulatif zihin yapısı ile artık her yerde karşılaşmak mümkün.
Ne yaparak bu zihinsel baskıdan kurtulabiliriz?
Bireyin her şeyden önce kendisine ve topluma karşı var olan entelektüel sorumluluğunu kabullenerek dimağına girecek olan bilgi ve düşüncelerde seçici olması ilk ve temel önlem. Bunu sağlamak için öncelikle ana akım medya ve bunun ürünü olan kültürel oluşumlardan mümkün olduğu kadar uzak durmak, seçerek okumak ve izlemek gerekli. Sonrasında ise günlük yaşamında karşılaştığı manipülatif kişi ve durumlara karşı güçlü bir irade geliştirmesi, bunları reddetmesi ve maruz kalsa dahi bu düşünsel zehri reddedebilecek bir iç tepki geliştirmesi son derece önemli.
Diğer ve daha zor olan önlem ise Susan Sontag’ın “Aesthetics of Silence / Sessizliğin Zarafeti” makalesinde önerdiği bireysel pratiğin uygulanması “Her düşüncenin sonuna kadar gidin. Onu bitirin ve paketleyip olması gerektiği yere koyun.” Bu sayede bilinçaltımızın biz farkında değilken maruz kaldığı yarım, anlamlandırılmamış ve tam olarak anlaşılamamış gerçek veya sahte kavramlarla bizi yormasının önüne geçmeyi öneriyor.
Susan Sontag
Bu yazıya başlamamın sebebi beni İzmir Alsancak’tan alıp Adnan Menderes Havalimanı’na bırakan kurum şoförünün, müdürü ile yaşadığı diyalogu anlatması oldu.
İsmini gizlilik ilkelerimiz gereği değiştirerek anıyorum;
- Fatih acele Denizli’ye gitmemiz gerekiyor aracı hazırla çıkalım
- Olur Müdürüm…
Fatih aracı hazırlar. Yolda ilerlerken;
- Gaza bas biraz, geç kalacağız!
- Her yerde radar var müdürüm ceza geliyor sonra…
- Hallederiz onu, boş ver sen bastır.
- Peki müdürüm…
Fatih gazlar ve otomobille 2 saat 15 dakika süren İzmir – Denizli yolunu 1 saat 15 dakika gibi rekor bir sürede alır. Günler sonra arkadan trafik cezası gelince;
- Fatih bu ne oğlum?
- Müdürüm siz dediniz bas diye…
- O kadar bas demedik!
Fatih aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık… Karşısında gerçeklik sonrası dönemin bayrağını önde taşıyan manipülatör bir yönetici var. Yol boyunca aynı kişinin buna benzer pek çok hikâyesini dinledim.
Tahminimce, herkesin en azından bir tane buna benzer bir örneği vardır.
Peki bunca gerçeklik karmaşası içerisinde yaşamlarımıza nasıl devam edeceğiz? Doğru’yu nasıl anlayacağız? Hepsinden önemlisi yakın ve uzak çevremizle ilişkimizi nasıl sağlıklı bir şekilde sürdüreceğiz?
Anahtar alışkanlık “Sosyal Sermaye” seviyesi yüksek ortamlarda bulunmak ve bulunduğumuz ortamın sosyal sermayesine olumlu katkı sağlayacak şekilde davranmak. Dürüstlük ve saygının güveni, güvenin ise iş birliğini getirdiği gerçekliklerin içinde yer almaya çalışmak. Olmadığı ortamlarda örnek davranışlar sergileyerek tepkileri izleme, buna göre ilişkilerimizi devam ettirmek veya ne olacağına karar vermek.
Entelektüel bireyin sorumluluğu olan seçici ve sorgulayıcı okuma ve dinlemeyi ve ilkelere dayanan sorumlu davranışı her zaman kullanılabilecek bir alışkanlık haline getirmek. Dimağımızı kirlettiğini düşündüğümüz herhangi bir içeriği dinlemek zorunda olsak bile bile kabullenmek zorunda olmadığımızın bilincinde olmak.
Ve tabii ki ünlü şair Robert Lee Frost’un eğitim üzerine söylediği efsanevi vecizesini her zaman aklımızda tutmak;
“Eğitim soğukkanlılığımızı ve kendimize olan güvenimizi kaybetmeden her şeyi dinleyebilme yeteneğidir”.
Robert Lee Frost
21 Yüzyıl, bireylerin ve kurumsal yapıların başarısının yüksek sosyal sermayeye çok daha fazla bağlı olduğu bir dönem. “Güven” kavramı yeni bir para birimi olmaya aday. İlerleyen zamanlarda bu kavramın gerekliliği ile ilgili çok fazla yazılıp çizileceğine, gerek kurumsal gerekse sosyal ortamlarda güven telkini ile ilgili yöntem ve modellerin oluşacağına inanıyorum. Bu konu ile ilgili görüşlerimi de ilerleyen zamanlarda paylaşabilmek dileğiyle…