Denge kelimesinin Etimoloji’deki karşılığı bir insanın ya da bir nesnenin devrilmeden, dikey durma durumu ya da iki karşıt gücün denk gelmesinden doğan durum olarak ifade ediliyor. Her ikisi de bir şeyler çağrıştırıyor zihnimizde. Ancak yeterli olmayabilir. Bir de denge kavramı ne demek ona bakalım isterseniz. ‘Denge‘ kavramı fiziki faktörler için sabit durma hâli anlamına gelirken, durum ifadesi olarak bakıldığında birbirine zıt olguların kısa süreli, uzun süreli ya da kalıcı olacak biçimde sabit bir yapı oluşturması anlamına gelir. Sabit durma konusu tüm insan türleri için (Neandertal, Homorhodesiensis, Homosapiens) pek de mümkün olmamış. Bununla birlikte birbirine zıt olguların sabit bir yapı oluşturması konusunu bir şekilde başarmış insanlık.
Bütün bunlardan ziyade denge denince aklımıza ilk olarak çoğunlukla terazinin iki kefesinin aynı hizada durması geliyor. Peki hayatta bu kefeleri eşitlemek mümkün mü? İsterseniz başka bir bakış açısı ile soralım soruyu. Hayatta o kefelerin seviyelerini eşitlemeli miyiz? İsterseniz siz biraz üzerine düşünürken ben yakın geçmişte ünlü felsefeciler, araştırmacılar ve bilim insanları bu konuyu nasıl ele almış ondan bahsedeyim. Felsefe dünyasının temel taşlarından biri olarak kabul edilen Baruch Spinoza (1632-1677) beden ve ruhun birbirlerine olan üstünlükleri yerine paralelliklerini savunur. Ereksel bir nedenselliğe de karşı çıkmıştır. Ereksel nedensellik ise; bir maddenin biçim kazanmasında son olarak bir de amaç bulunmasıdır ve işte bu amacı gösteren nedene de ereksel neden denir. Özetle taş ustası mermeri bir forma sokmaya çalışırken, taş ustasının kafasındaki amaç, mermeri bir mezar taşı hâline getirmektir. Yani Spinoza mezar taşı amacın olmasın mermeri yontarken diyor. Mermeri yonttuğunun farkında ol. Süreci yaşa ve yaşarken bedenini ya da ruhunu öne çıkarma bir denge kur. Bu denge illa terazinin iki kefesinin eşitliği de olmasın. Bir örnekle konuyu iş özel hayat dengesine bağlamaya çalışayım. Sizler de biraz çaba sarf ederseniz iyi olur. Günümüzde etkileşim şart. Okyanusun ortasında bir yelkenlide olduğumuzu hayal edin. Elimizde pusula ve bir harita var. İkisini de eşit kullanacağım derdine düşer miyiz? İçinde bulunduğumuz hava şartları nasıl gerektiriyorsa ya haritayı ya da pusulayı biraz daha fazla kullanırız. Terazinin kefeleri eşit olacak çabası içine girer miyiz? O an önemli olan rotamızı kaybetmeden fırtınadan kurtulmaktır. Hayat da böyledir. İşimize ve ailemize ayırdığımız zaman dilimi, içinde bulunduğumuz şartlarla yakından ilgilidir. Göstereceğimiz yetkinlik değişen şartları değerlendirip yeni dengeler kurabilmemizdir.
Spinoza’dan 111 yıl sonra dünyaya gelen Arthur Schopenhauer (1788-1860) bu yaklaşımla pek ilgisi yokmuş gibi görünen bir sözünde bakın ne diyor. “Hayat bir parça nakış işlemesine benzetilebilir. Hayatın ilk yarısında ki herkes işlemenin ön tarafını görür. İkinci yarısında ise tersini. İkincisi o kadar güzel değildir ama daha öğreticidir. Çünkü iplerin birbirine nasıl bağlandığını görmemizi sağlar.” Schopenhauer’in ifade ettiği şey öz farkındalıktır. Öz farkındalık genellikle kırklı yaşlarda bir kesimin kazanmaya başladığı bir yetkinliktir. Öz farkındalık yaşadığının bilincinde olmak hayatın akışı içinde aksiyonun ya da ruhaniyetin girdabına kapılmadan yani Spinoza’nın dediği gibi beden ve ruhun paralelliği ile bir denge yaratma durumudur. Öz farkındalığın oluşmasının unsurlarından biri de insanın hislerinin farkında olması ve onları tanımlayabilmesidir. Peki bu hisler neler derseniz bunlar mutluluk, şaşkınlık, öfke, korku, tiksinme ve üzüntüden oluşuyor. Tüm insanlar, bu 6 evrensel his ile doğuyor, diğerlerini ise sonradan, yaşamları boyunca öğreniyor. Onlarda toplamda 27 adet. Sırasıyla: hayranlık, tapınma, estetik beğeni, eğlenme, kaygı, korku, beceriksizlik, can sıkıntısı, sakinlik, karışıklık, özlem, iğrenme, empatik acı, büyülenme, kıskançlık, heyecan, korku, dehşet, ilgi, neşe, özlem, romantizm, hüzün, doyum, cinsel istek, sempati ve zafer. Yani doğduğunuz gün standart donanımımızda 6 his yüklenmiş durumda. Karşı karşıya kaldığımız olaylar sırasında verdiğimiz tepkiyi bu 6 temel histen hangisi besliyor bunu idrak etmek iyi bir başlangıç. İyi güzel de buradan konuyu iş ve özel yaşam dengesine nasıl bağlayacaksın derseniz adım adım yaklaşıyoruz. Biraz sabır ile yola girdiğimizi göreceksiniz. Tam da burada Ayn Rand’den (1905-1982) bahsetmezsek hisleri ile oradan oraya savrulan bir canlıya dönüşürüz ki etrafınızda oldukça sık görüyorsunuzdur. Ayn Rand temel olarak iki şey söylüyor ve ikisi de konumuzla oldukça yakından ilgili. Birincisi “İnsan değerlerini ve hareketlerini mantık kullanarak seçmelidir.” Peki hislerimize ne oldu dediğinizi duyar gibiyim. Hislerimiz yaşadığımızı hissetmemizi sağlarken mantık onların hormonal fırtınasında yolumuzu kaybetmememizi sağlar. Bunu yelkenli’ deki kaptanın pusula ve haritası olarak düşünebiliriz. Çünkü hisler hormonal dengemiz yerine geldiğinde etkisini kaybeder. Ve biz o fırtınanın arkasında bıraktığı enkazı temizlemek zorunda kalırız. İşte bu durumla karşılaşmamak için hislerimizi tanımaya onları nasıl kontrol altına alacağımızı öğrenmeye ihtiyaç duyacağız. Bu nasıl olacak birazdan değineceğiz ancak önce Ayn Rand’in ikinci görüşü neymiş ona bakalım. Ayn Rand “Bireylerin kendilerini başkaları için feda etmeden ve aynısını başkalarından beklemeden kendi amaçları için yaşamaya hakları vardır.” diyor. Yani özünde bir dengeden bahsediyor. Ne bir başkasının veya başkalarının esiri olun ne de başkalarından sizin esiriniz olmasını bekleyin. Bunu hayatın karmaşıklığı, zorluğu ve belirsizliği içinde nasıl yapacağız hadi oradan demeyin. Onunda formülü var.
Hayattayken sohbet etme fırsatı bulduğum için çok mutlu olduğum Doğan Cüceloğlu (1938-2021) bir televizyon kanalında sevgili dostum Polat Doğru ile yaptığı İnsan İnsana programında bu konuya şöyle açıklık getiriyor. İnsanın iki temel meselesi vardır. Biri Ait Olma diğeri Birey Olma ihtiyacıdır. Birey olma ben bilincinin oluşmasıdır. Hayatta var olduğunun göstergesi, kanıtıdır aslında ve o yüzden önemlidir. Ait olma bir aileye, bir arkadaş topluluğuna veya bir gruba dahil olmak yalnız olmadığını bilme hissidir. Bununla birlikte bu iki histe de denge önemlidir diyor Doğan Cüceloğlu. Denge için ise “Denge denilen şey mekanik bir şey değildir. İbre ortayı göstermek zorunda değildir.” Diyor ki hayatın bütün o zorlukları karşısında kendi terazinizin ibresinin nerede eşitliği göstereceğini siz bilebilir ve belirleyebilirsiniz. Sizin adınıza kimse şurası denge yeridir diyemez. Bunun içinde yol gösteriyor Doğan Cüceloğlu. Varoluş, bilgi ve davranış üçlüsünün dengesinden bahsediyor. Varoluş yani birey olma, birey olduğumuzun bilincinde olma hali olan öz farkındalık sonra hayatımız boyunca edindiğimiz bilgi birikimi ve onu sentezleme. Devamında elbette bu bilgiyi davranışlarımızda gösterebilme becerimiz. Bütün bunlar, hayatın getirdiği olay örgüleri içerisinde terazimizin kendi dengesini oluşturmasına hizmet edecek değerli yetkinliklerdir.
Sözün özü, öz farkındalığı yüksek yani hislerini tanıyan bilen bireyler olmalıyız. Olaylar karşısında yaşadığımız hissi anlayabilmeli ve onu kontrol edebilmeliyiz. Bilgi edinebilen ve bilgiyi sentezleyerek davranış olarak hayatına katabilen bireyler olmamız ise çok değerlidir. Bizim iş hayatı ve özel hayat dengemizi sağlamamızın yolu öncelikle kendimizi tanımaktan ve kendimizin farkında olmaktan geçiyor. Gördüğünüz gibi çok zor değil. Yapmamız gereken şey kendimizle tanışmak.
Zafer Erbaşlar











