İngilizce karar vermek kelimesi olan “decide” latin kökeni olarak “cide”e dayanır. “Cide” ile üretilmiş diğer kelimelerden, “Genocide(toplu öldürme)”, “Homicide(birini öldürme)”, “Suicide(kendini öldürme)” gibi seçeneklere baktığımızda eylemin öldürme, yok etme, ortadan kaldırma anlamı taşıdığını görebiliriz. Bir başka anlatım ile karar vermek, yanlış veya zayıf olanı ortadan kaldırarak en doğruya ulaşmak eylemidir…
Tanım oldukça açık. Bununla beraber eylemin zorluğuna dair bir bilgi barındırmıyor. Bir günde aldığımız bilinçli veya bilinçsiz karar sayısına baktığımızda gördüğümüz rakam 35.000. Evet, yanlış okumadınız, hergün 35.000 civarında karar alıyoruz. Çocuklarda bu sayının 3.000 civarında olduğu bulunmuş. Daha kolay mutlu olabilmelerinin sebeplerinden biri de bu olabilir mi acaba? Eminim etkisi vardır.
Zordur karar vermek, seçenekler arasındaki yolculuk yorar insanı. Peki, ya karar verememek daha yorucu değil mi? İşte burası kesin. Karar verdiğimizde sonuçlarını da yaşar veya yaşatırız. İstediğimiz sonuçlara vardığımızda problem yok. Kendimizle gurur duyar, mutlu oluruz. Hatta kibir sınırlarını bile zorlarız zaman zaman. Öngörülerimizde yanıldıysak ve kararımız bizi istenmeyen bir köye götürdüyse işte o zaman sert duygularla baş etmek durumundayız. Suçluluk, vicdan azabı veya pişmanlık. Bazen tamamıyla birden de başbaşa kalabiliriz. Karar vermenin zorluğu burada işte, elde edeceğimiz sonuçların belirsizliğinde. Sonuçta rezil olmak da var, vezir olmak da.
Isaiah Berlin diyor ki: “Biz insanlar karar verme mecburiyeti ile lanetlenmişiz.” Cümle iddialı olsa da, zaman zaman aynı duyguyu hissediyorum. Olası her sonuca rağmen çoğunlukla kararlarımızı vermek durumundayız. İçinde yaşadığımız zaman diliminin belirgin özelliklerinden biri de bize hızlı değişim kavramını sunmasıdır. İşte bu gerçek, bizi daha fazla karar vermek zorunda bırakabiliyor. Seçeneklerimizin sayısı günden güne artıyor. 20 yıl önce ekmek almak önümüzdeki seçenek sayısı itibari ile basit bir eylemdi. Şimdi ise eziyet olabiliyor. Sebebi basit; muhtemelen hepsi birer pazarlama harikası olan ve bizi “Bunu da denemelisin” diye zorlayan çeşit sayısı. Kafa karışıklığı için birebir çeşit sayısı diyorum ben buna. Bu nedenle hayatımızın her alanında seçeneklerimiz arttıkça zaman yönetimimiz de kötüleşiyor. Zaman yönetimindeki zaafiyet bir yana, bonus kazanımlarımızdan biri de stres kavramı olabiliyor. İyi ama teknoloji ve dünyamız her anlamda geliştikçe daha mutlu olmayacak mıydık? Beklentimiz buydu, öyle söylemişlerdi, inandık. Eldeki sonuçlara baktığımızda ise gördüğümüz şey; karar verme yorgunluğundan kaynaklanan karar verememe ya da zamanlama yönünden geç karar verme hastalığı. Onu mu giysem, bunu mu giysem, şunu mu alsam, bunu mu alsam derken geçiyor zaman. Bu konuda bir de yasamız var artık; Hick Yasası (Hick’s Law – İngiliz Psikolog William Edmund Hick tarafından isimlendirilen yasa.) Yasa diyor ki; çok fazla seçenek ve bilgi, kafa karışıklığına ve dolayısıyla kararsızlığa sebep olur. O zaman belki de tüm önceliğimiz seçenek sayımızı azaltmak olmalı ki bunu yapabilmek için de ciddi kararlar almamız gerekiyor ve işte bu da tam bir paradoks.
Bu bilgiler ışığında bir başka soruyu da sormanın tam zamanı. Seçeneklerimizi azalttığımızda daha mı kolay karar vereceğiz? Karar verme zamanının kısalacağı konusunda hemfikir olunabilir ancak daha kolay olabileceği hususu biraz karışık. Çünkü bu sefer de değişim korkusu, sonucun bedelini ödemekten çekinme, alışkanlıklarımız ve olmazsa olmaz konfor alanımız çıkıyor karşımıza. Verdiğimiz her karar elenen seçeneklerin sorumluluğunu yükler bize. Bir de sonsuz merakı; “diğerini seçseydim”, “diğer cümleyi kursaydım”, ‘”diğeri ile evlenseydim”, “diğer okula gitseydim” gibi sonsuz bir listenin artık yaşanmayacak sonuçlarına dair merak.
Karar almanın bir diğer zorluğu da hemen arkasından gelen eylem gerekliliğidir. Çoğunlukla kaçındığımız şey bu olabiliyor. Günümüz dünyasında ise eylemsizlik pahalı bedelleri olan bir kavram haline gelmeye başladı. Uzman Psikolog Ruşen Nur Arıkan diyor ki: “Karar vermek, dilemek ile eylem arasındaki köprüdür ve kendini bir eylemin akışına adamaktır.” Eylemin sonuçları da sorumluluk kavramı ile zihnimize misafir olur. Bu sebeple gerçekte başkalarının kararlarını uygulamak kendi kararlarımıza göre daha çok acı verir. Yanılsama ise şudur: “Biz karar vermediğimize göre başkasına sorumluluk yükleyebilir ya da suçlayabiliriz. Ancak elde edilen sonuçlardan sorumlu tutulmaya başlandığımızda acı gerçekle yüzleşiyoruz; karar ve eylemin sonucundaki faturada bizim ismimiz yazıyor. Ödenmeli.”
Karar vermeyi nasıl daha kolay hale getirebiliriz? Cevabı çok açık olmamakla beraber, makul kategorisine giren önermeler de mevcuttur. Birincisi, kararı vermeden önce olası en kötü sonucu düşünmek yerinde bir davranıştır. Riskleri gözden geçirmemizi sağlar. Seçeneklerin fazlalılığından kurtulmanın yollarından biri de budur. “Az çoktan fazladır” prensibini benimsemek ve uygulamak bu sebeple fayda sağlayacaktır. Seçenekleri azaltmak akıllıca bir yaklaşımdır. İkinci öneri de içgüdülerimize güvenmek. Yapılan deneyler de bize gösteriyor ki karmaşık durumlar karşısında içgüdüsel kararlarımız çok daha isabetli olabiliyor. Bu alanda Hollandalı bilim insanı Ap Dijksterhuis’un geliştirdiği kavram “dikkatsiz mülahaza” olmuştur. Önerisi şu: “Karmaşık bir durum hakkında karar vermek zorundaysanız, daha çok sezgilerinize, bilinçdışı işlem gücünüze güvenin. Birbirine zıt, çelişen birçok bilginin bir arada dikkate alınması gereken karmaşık durumlarda akıl çoğunlukla çuvallıyor. İki lokantadan hangisine gitsem gibi basit durumlarda rasyonel karar alabiliyoruz ama zor ve karmaşık durumlarda daha çok sezgilerimize güvenmeliyiz.” Sezgilerimiz dış dünyanın değer yargılarından ziyade kendi değer yargılarımızla hareket etmemize olanak sağlar ki aldığımız kararların sorumluluğunu böylelikle daha kolay şekilde üstlenebiliriz. Akıl ve duygu dengesine en çok karar verme eyleminde ihtiyaç duyuyoruz. Birinin değerini baskılaması daha fazla acıya sebep olabiliyor. Üçüncü önerisi ise Suzy Welch’in geliştirdiği 10-10-10 modelini kullanmak olabilir. Yani alacağım kararın bana 10 dakika sonra, 10 ay sonra ve 10 yıl sonra sonuçları ne olacak? Bunun başarılı bir sorgulama modeli olduğunu düşünüyorum. Olumlu ve olumsuz kazanımları (riskleri) beraber göstermesi bakımından fayda sağlamaktadır.
Yukarıdaki öneriler karar almaya dairken, karar alamamak veya ne için karar alacağını bilememek için ise Sayın Alper Hasanoğlu bir yazısında değindiği ve Bertolt Brecht’in aşağıdaki şiirine dair fazlasıyla beğendiğim isabetli yorumlarına göz atalım;
“Caddenin kenarında oturuyor,
Şoförün tekerleği değiştirmesini izliyorum.
Geldiğim yerden de,
Gideceğim yerden de memnun değilim.
Öyleyse neden tekerleğin değiştirilmesini bu kadar sabırsızlıkla izliyorum?”
Ne karar alacaklarını bilmeyen insanların içinde bulunduğu durumu özetleyen bir şiir. Durumlarından memnun değiller ancak isteklerinin ne olduğu da belli değil. Buna rağmen bir karar verme zorunluluğu hissediyorlar ve bunun için sabırsız davranmaları gerektiğine dair inançları var. Aslına bakarsanız zorunluluğu hissetmek kaçınılmaz; ancak zamana dair sabırsız olmak çok uygun değil. Bu sebeple önemli kararlardan önce iyi bir uyku ve uyandıktan sonraki sabah saatleri tavsiye edilmektedir. Çoğunlukla inandığımız gibi: “En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir.”
Kaynakça;
1-Selim Erbay, Karar Verme ve Yalnış Karar ile Kötü Karar Arasındaki Fark, 23 Temmuz 2014
https://www.linkedin.com/pulse/20140723123558-74274510-karar-verme-ve-yanl%C4%B1%C5%9F-karar-ile-k%C3%B6t%C3%BC-karar-aras%C4%B1ndaki-fark
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/alper-hasanoglu/karar-vermenin-istirabi-1246560/
http://www.milliyet.com.tr/-karar-vermek–bazi-kisiler-icin-neden-zordur–pembenar-yazardetay-iliskiler-2011175/
http://blog.usabilla.com/killing-choice-applying-hicks-law-web-design/