‘’Ben’’. Kısacık bir kelime. Üç harf, tek hece. Bu denli kısa söylenişine karşın, ‘ben’i duyumsama çabası ise çok kalabalık; nöroloji, psikoloji, psikanaliz, vb.… Çünkü kendi kalabalık; tek başına olsa dahi yalnız değil.
‘Ben’i idrak etmek, ‘öteki’ ile karşılaşmayı gerektiriyor. Bakım veren ile başlayan karşılaşma sonrası gördüğüm tüm ötekiler ile kalabalıklaşıyorum. Tek başıma dev kadro. Küçükken oyuncaklarımla oynarken oyun arkadaşımın mızıkçılığı, bir yetişkin olduğumda iş arkadaşımın işime müdahil olmasından rahatsız olmama neden oluyor mu? Ya yine mızıkçılıkla başa çıkmam gerekirse? Yine küçükken sofranın ortasındaki sahandan menemene ekmeğimi daldırdığımda ‘’kendi önünden ye’’, sözüyle elime vurulması; büyüdüğümde paylaşmamayı bana öğütlemiyor mu?
Ne çok seviyoruz irili ufaklı travmalarımızı… Ne çok arkasına saklanıyor ve ne çok öne sürüyoruz… Ne çok ‘ben’iz…
Ya öteki? Onun içindeki hiç susmayan kalabalık neler diyor? O, bencileyin değil ki; bencileyin bir beklentiye gireyim… Ben ve öteki başka kalabalıklara sahip; içinden duyduğu sesler başka. Her birey, kendi içinde tek başına dev kadro. Herkes kendi içindeki susmak bilmeyen sesleri dinlemeye ve sevmeye devam ettiği müddetçe birbirini duymamaya, duymaya tahammülsüzlüğe devam edecek. ‘’Ben neler çektim, sen bilmiyorsun.’’ Dertlerimizi, kalabalıklarımızı, şikayetlerimizi yarıştırmaya ve ‘benim gibi’liğin, ‘bence’lerin sesini sonuna kadar açmaya devam ettiğimiz sürece gülüşlerimiz, sevmelerimiz gecikiyor. İçimdeki seslere mi yetişeyim, dışımdaki seslere mi?
Benliğin mekânı, zamandır. Tebdilimekânda ferahlık vardır. Zaman varken yaralı beni iyileştirmek mümkün. Geçmiş zamandan işimize yarayanları alıp hem beni hem ötekini yoranları atabilirim. Böylece ‘biz’ oluruz umarım. Unuttuğumuz bir biz…
‘’Biz’’. Üç harf, tek hece. Kısacık bir yol. Elimi uzatsam birleşirim.